top of page
  • Yazarın fotoğrafıDicle Yurdakul

Nörobilim Perspektifinden Pandemi Dersleri: Duygusal Çeviklik ve Yeni Nesil Liderlik

Mart ayından bu yana katıldığım online etkinliklerde en sık aldığım soru şu oldu: bu süreçte bazı girişimlerin ilk şoktan sonra kendilerini hızla toparladıklarını, ekiplerin motive bir biçimde çalışmaya başladığını, yeni ya da adapte edilmiş ürün ve hizmetlerle müşterilerine döndüklerini gördük. Diğer yandan tam tersi örneklere de rastlamak mümkün. Sizce bu durum bize girişimcilik ve liderlik hakkında ne söylüyor, aradaki farkın kaynağı nedir?


Bu soruya bir davranış bilimci olarak vereceğim yanıt, pandemi özelinde bir yanıt değil. Girişimcilik zaten doğası itibari ile belirsizliklerle ve iniş çıkışlarla dolu bir süreç ve bu açıdan içinden geçtiğimiz sürece epey benziyor. Ama yanıt niteliğinde bahsedeceğim konunun pandemide çok daha hayati ve görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu durum, COVID süreci öncesindeki geleceğin becerilerine ilişkin çalışmalarda da bahsi geçen temel bir beceri setine işaret ediyor: duygusal zeka (EI) ve bununla bağlantılı olarak duygusal çeviklik. Liderlik becerileri açısından duygusal zekanın en az IQ kadar önemli olduğunu biliyoruz. Öte yandan hala, belki biraz da modernitenin getirdiği “mantığı kutsama” eğilimimizin bize “sebep gerçekten bu olabilir mi?” diye sordurduğunum farkındayım. Evet cevabının nedenlerini anlatmak üzere insan davranışlarını açıklama çabamızda sıklıkla başvurduğumuz nörobilimden faydalanalım:


Öncelikle vurgulanması gereken nokta şu: duygu ve düşünce oluşturma süreçleri birbirinden ayrık değildir. Beynimiz duyguları ve düşünceleri birbirleri ile sürekli sinyal alışverişinde bulunan binlerce nöronun ortak çalışması ile şekillendiriyor.

Beyin iki temel yapıdan oluşuyor. Bunlardan ilki, ilkel beyin olarak adlandırılan ve isimlerini sıklıkla duyduğunuz amigdala, hipotalamus ve hipokampusten oluşan limbik sistem. İlkel beyin hayatta kalmamızı sağlayan “savaş ya da kaç” (fight or flight) tepkilerini şekillendiren ve duygusal tepkilerimizi kontrol eden kısım. Stres ya da tehlike hissettiğimiz durumda ilk aktive olan bölge limbik sistemimiz. Diğer taraftan, yukarıda belirttiğim üzere modernitede daha çok “kutsanan” ve bu bakış açısı nedeni ile insan gerçekliğini zaman zaman es geçmemize neden olan karar alma süreçlerinden sorumlu “bilinçli” kısım ise prefrontal korteks. Beynin bu kısmı ilkel beyne göre çok daha sonra gelişmiş, karar alma süreçlerini yöneten, salt haz alma güdüsüyle hareket etmeyi frenleyen ve duygulardan “anlam” çıkarmamızı sağlayan sistem.


Kronik stres, öfke, endişe ve depresyon içinde iken üst düzey bilişsel fonksiyonlarımız baskılanıyor. Devreye giren yaşama güdüsü, olaylara limbik sistem üzerinden tepki vermemize neden olabiliyor. Dolayısı ile zihinsel ve duygusal denge durumunu korumak, duyguları tahlil etmek ve olaylara gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşmak mümkün olmuyor. Bunun sonucunda da kendimize, etrafımızdakilere ve ekibimize yararlı olamıyor, hatta zaman zaman zarar verebiliyoruz. Pandemi süresince bu duyguları sıklıkla hissettiğimizden, bu durumu anlamlandırmak sanırım hepimiz için mümkün. Duygularımızı anlamlandırma yönünde bilinçli bir farkındalık göstermediğimiz zamanlarda vücudumuzda olup bitenler ise kısaca şöyle:


Beyne ulaşan uyaranlar talamus üzerinden öncelikle ilkel beyine (amigdalaya) varıyor. Bu direkt bağlantı yakın zamanda New York Üniversitesi nöroloji ve psikoloji profesörü Joseph E. LeDoux tarafından ortaya çıkarıldı. LeDoux’nun çalışmaları öncesinde bu kestirme yoldan haberdar değildik ve uyaranların doğrudan rasyonel ve bilinç düzeyindeki kararlarımızdan sorumlu olan bölge olan neokorteks tarafından işlendiğini düşünüyorduk. Ancak şu anda biliyoruz ki bu kestirme yol daha önce kat ediliyor, sonrasında duyguları “bilinçli” beyin ile işlemeye başlıyoruz. Bütün bunlar saniyenin yaklaşık 0,5'inde gerçekleşiyor.


“Tehlike” sinyali olarak algılanan uyaranlar amigdalayı aktive ediyor ve korku, öfke gibi duygular hissediyoruz. Amigdala glutamat adı verilen transmiterin salgılanmasına neden oluyor ve bu da beyin sapı ve hipotalamustaki bazı bölgeleri aktive ediyor. Bu durum da “stres-tepki” sürecini başlatıyor. Bu sürecin sonunda kan dolaşımına katılan kortizol, enerjiyi sindirim sistemi gibi o an için kritik olmayan sistemlerden çekerek daha çok ihtiyaç duyulan, kalp gibi kritik organlara taşıyor ve vücudun tehditle savaşmasına yardımcı oluyor. Bu durumda uzun süre kalırsanız sisteminizdeki yüksek kortizol seviyeleri, kronik stres ve yorgunlukla bağlantılı pek çok farklı sorunun yanında daha düşük üretkenlik ve verimliliğe de sebep oluyor.

Peki beynimizin hayati tehlike sinyalleri olarak algıladığı koşullar altında dahi kendimizi negatif duygu durumuna kaptırmamak öğrenilebilir mi? Bu etkinin uzun vadeli olmasını sağlamak için ne yapılabilir? Pandemi sürecinin başında ertelenen ödemeler, kaybedilen müşteriler ve iptal edilen projelerle karşıya kalan bir kişiyi gözlerinizin önüne getirin (pek çoğumuz için çok zor olmasa gerek). Bu durum ile baş etmek, duygu durumu ve tepkilerin yıkıcı olmasını engellemek, kısa sürede hem kendimizi hem de ekibimizi toparlayarak yola devam etmek nasıl mümkün olabilir? Bu geliştirilebilir bir kas mıdır?


Cevap evet. EQ, IQ’ya kıyasla çok daha az kalıtım yüklü; dolayısı ile duygusal zeka ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı olan duygusal çeviklik öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Şimdi bunun nasıl mümkün olabileceğine bakalım:


Duygusal çeviklik, basit bir anlatımla negatif duygu durumu ve bu durumun yol açtığı düşünce ve davranış biçimlerinden uzaklaşıp, daha yapıcı tepkiler verebilir hale gelmek anlamına geliyor. Yanlış örnekte bu durum, olumsuz koşullar karşısında olumsuz duygulara kapılmamaya çalışmak olarak okunabilirdi. Bu elbette kendimizi yenilgiye mahkum etmek olur zira bu duyguların oluşmasını engellemek mümkün değil. Kendi üstümüzde bu baskıyı yaratmak da negatif sonuçlar doğurur. Amaç, olumsuz duygular hissettiğimizde bu duyguları doğru tahlil edip, anlamlandırıp, yaşayarak ve kabul ederek en kısa sürede yüzeye çıkmak. Ekonomi terminolojisi burada ne demek istediğimizi anlatmak açısından anlamlı: dibe vuran bir ekonominin L grafiği ile dipte sürüklenmesi ya da V grafiği ile hızla toparlanma sürecine girmesi gibi düşünebilirsiniz. Duygusal çevikseniz, V grafiği izliyorsunuz. Hem kendiniz, hem yakın çevrenizdekiler, hem de ekibiniz için iyi bir rehber ve lider olmanın önemli bir parçası bu beceriyi geliştirmekten geçiyor. Hele pandemi gibi zamanlarda…


“İş ortamında olumsuz duygulara yer yoktur, liderler sürekli yüksek ve motive edici bir duygu durumunda bulunmalıdır.” önermesi doğru ve uygulanabilir bir önerme değil. Önemli olan bu duygulara takılıp kalmamak, onları oluşturan durumlardan kaçmaya çalışmamak (zira bu başarısızlıkla sonuçlanır) ve bu duyguları “somut gerçeklikler” olarak kabul etmeden önce sorgulamak. Kaçma ya da rasyonalize etme çabası, bilişsel kaynaklarınızı sonuç alamayacağınız bir alana aktarmak anlamına geliyor ki bu değerli ve kısıtlı kaynağı da bu şekilde kullanmaya hiç gerek yok. Görmezden gelmeye ya da kaçmaya çalıştığımız her düşünce ve duygu daha da büyür. Bu konuda yapılmış araştırmalar, duyguları kabul etmenin (emotional acceptance) yani onları değiştirmeye, kontrol etmeye ya da onlardan kaçınmaya çalışmamanın; bunun yerine bu duyguları kabul ederek kişinin eylemlerini, hedefleri ve kişisel değerleri doğrultusunda yönlendirmesinin iş yerinde iyi oluş hali açısından en olumlu sonuçları doğurduğunu gösteriyor (konu ilginizi çekiyorsa University of London’ın ünlü profesörü Frank Bond’un bu konudaki çalışmalarına göz atmanızı tavsiye ederim).


Duygusal çeviklik kavramını ortaya atan Susan David, bu becerimizi geliştirebilmek için aşağıdaki adımlar üzerinde durmamızı tavsiye ediyor:


1. Döngülerin ve örüntülerin farkına varın

Duygusal çevikliği geliştirmek için ilk adım, düşünce ve duyguların sizi ne zaman teslim aldığını tespit etmek. Tekrarlı ve ısrarlı bir şekilde aynı şeyi hissettiğiniz ya da düşündüğünüz zamanları aklınıza getirin. Daha önce ne zaman benzer şeyler hissetmiştiniz? Durumlar arasında bir benzerlik var mı? Bu farkındalık, gerçek kaynağın çevresel olmadığını, çevresel etmenler ne kadar farklı olursa olsun içinde bulunduğunuz psikolojik durumun sizin bazı düşünsel ve duygusal döngülerinizden kaynaklanabileceğini gösterir.


2. Düşünce ve duygularınızı sınıflandırın

Aklınızdan geçenler duygu mu, düşünce mi, somut gerçekler mi? Araştırmalar gösteriyor ki biraz yavaşlayıp bu sınıflandırmayı yapmak gibi gayet basit bir farkındalık çalışması dahi beyinde kimyasal ve biyolojik bazı değişikliklere sebep oluyor ve iyi oluş durumunuza katkıda bulunuyor. Örneğin, “içinde bulunduğumuz durumu düzeltmek için yeterince çaba sarf etmiyorum ve bu nedenle suçluluk hissediyorum” ifadesini içinizde sürekli tekrar ediyorsunuz diyelim. Bu ifade, şu şekilde yeniden kurgulanabilir “yeterince çaba sarf etmediğimi düşünüyorum ve bu düşünce de suçluluk hissini doğuruyor”. Burada düşünce ve duygularınız ile bu düşünce ve duyguları salt gerçeklik olarak kabul etme arasındaki ayrımın farkına varmış oluyorsunuz. Bunun dışında, bir diğer önemli tavsiye duygularınızı anlamak için daha net tanımlar koymak. Örneğin duygu durumunuzu “kendimi kötü hissediyorum” yerine “mutsuz/hayal kırıklığına uğramış/öfkeli/bıkkın vs. hissediyorum” şeklinde tanımlamak, bu duyguları anlamlandırma yolunda daha çok yardımcı olacaktır.


3. Kabul edin

Davranış bilimlerinde farklı alanlarda ve konularda yapılan pek çok çalışma şu ortak bulguya işaret ediyor: kontrol etmeye ya da baskılamaya çalıştığımız duygu ve düşünceler misliyle geri döner. Aslında yukarıda bahsettiğimiz “yeterince çaba sarf etmiyorum” düşüncesi, bilgi kaynağı olarak kabul ettiğiniz kısa süreli bir düşünce. Bu düşüncenin size bir faydası olabilir de, olmayabilir de. Bu noktada önemli olan bunun bir düşünce olduğunu fark etmeniz ve gerçeği ne kadar yansıttığı hakkında makul bir değerlendirme yapmanız. Yani olup bitene biraz merak ve çözme isteği ile yaklaşmak... Bu farkındalığı artırmak üzere tavsiye edilen birincil yöntem, düşünce ve duyguları kelimelerle ve özellikle de yazılı olarak ifade etmek. UCLA araştırmacılarının ortaya koyduğu bir araştırmaya göre, duyguları ve düşünceleri sınıflandırmak ve kelimelere dökmek, amigdala ve diğer limbik sistem unsurlarının negatif duygular karşısında verdikleri tepkileri azaltıyor. Ayrıca daha önce bahsettiğimiz, karar alma süreçlerinden sorumlu olan sağ ventrolateral ve medial prefrontal kortekste artan aktivasyona neden oluyor. Bu şu anlama geliyor: düşünce ve duyguları kelimelerle ifade etmek, sınıflandırmak ve anlamlandırmak amigdalanın vereceği duygusal tepkileri prefrontal korteks aracılığıyla frenliyor.


4. Değerler doğrultusunda hareket etmek

Duygu ve düşüncelerle ilgili farkındalık arttığında seçenekleriniz ve kişisel değerlerinize daha uygun bir tepki verme ihtimaliniz de artar. Bu aşamada Susan David’in tavsiyesi, kendimizi gelip geçici duygu ve düşünceler doğrultusunda hareket etmekten uzaklaştırıp, bir liderin sorumluluğu ile “bu tepki değerlerimle, kim olduğumla, gitmek ve ekibimi taşımak istediğim gelecekle örtüşüyor mu?” sorusunu sormak. Bu soru, verilecek tepkiyi değerleriniz ve amaçlarınız doğrultusunda şekillendirecek farkındalığa ulaşmanıza yardımcı olacaktır.

Duygusal zeka ve çevikliği geliştirmek, pek çok öğrenilmişlik ve alışkanlığımızın tersine kürek çekmeyi gerektiren uzun ve zor bir süreç. Ancak artık daha net görüyoruz ki gelecek, hiç alışkın olmadığımız ve beynimizin tehdit olarak algılayacağı pek çok uyaranla giderek artan bir sıklıkla karşılaşmamıza neden olacak. Bu nedenle bu becerileri geliştirmek hem kişisel hayatımız açısından, hem de daha yetkin ve başarılı liderler olabilmek adına son derece önemli.


63 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page